Modern denilen ama ruhunda eksilmeler olan; insan ruhunda onulmaz gedikler açan teknolojik çağ, ne yazık ki insanı maddesel olana sıkıştırırken insanı özünden gittikçe artan hızda uzaklaştırmaktadır…
‘Önemli İnsanlar (VİP)’ sıralamasına bakarsanız, başta politikacılar ve işadamları* (adam, Ademoğlu’ndan türetilmiş bir kavram olduğu için cinsiyeti yoktur; kadın ve erkek için kullanılır) gelir; bir anlamda gücü temsil ederler. Öyle bir algı yaratır ki örneğin; insanlığın ruhunu yaratan sanatçılar, müzisyenler, ressamlar, mimarlar, filozoflar, öğretmenler vs. eğer maddi bir gücü temsil etmiyorsa güçten yoksunluk olarak algılanır veya değersizleştirilir...
Konumuz aslında maddenin, onu temsil eden “gücün” ve güçlülüğün insan ruhunda yarattığı göçerim; yani erozyondur. İnsan’da bir maddedir; bedeni ve fiziksel varlığı vardır ama insanı, sadece bedene indirgemek ne kadar gerçekçi değilse onun manevi varlığını yani ruhunu ve duygularını yok saymak o kadar da yanlıştır…
60’lı yılların çocuğuyum ben; 70 ve 80’ler benim hayatımın şekillenmesinde önemli bir yer tutar. O zamanın ruhu ile delikanlılık geçirdim. Fakir ama mutlu çoğunluktan birisi olarak şekillendim. Dostluklar, arkadaşlıklar, sevgiler hep madde ötesiydi… Şarkıların ve filmlerin çoğu aşk ve duygu üzerineydi; Hulusi Kentmen (nur içinde yatsın) ‘Babamız’, Türkan Şoray ‘Büyük Aşkımız’, Tarık Akan ‘Örnek Aldığımız Kahramanımız’, Yılmaz Güney ‘İçimizdeki Devrimcimiz’, Cüneyt Arkın ‘Kurtarıcımız’, Erol Taş (nur içinde yatsın) ‘Korkumuz’du…
Cem Karaca, Barış Manço, Edip Akbayram, Ersen ve Dadaşlar, Ajda Pekkan, Zeki Müren, Nilüfer, Kayahan, Füsün Önal, Taner Şener, Tanju Okan ve o döneme damga vuran sanatçılarımız ise bizim ruhumuzun şekillenmesine katkı yapan ve biçimlendiren önemli duygusal zenginliklerimizdi. Ya yazarlarımız? Kemalletin Tuğcu’nun hikayeleri ile çalışkan, mağrur ve dürüst olmayı öğrendik. İnce Mehmet’le Arkası Yarınlar’la, Keloğlan, Battal Gazi Destanı ve diğer kahramanlık öyküleri ile karakterimizi şekillendirdik.
Diyeceğim odur ki zihne, akla ve yüreğe ne girerse o çıkar… Duygular, iyilikler, güzellikler, estetik, sanatla edebiyatla insan ruhuna girerse insan, daha da insan olur, ölümsüzleşir. Savaşlar, ölümler, kin ve nefretle yoğrulursa insan ve ondan başka şeyler solumazsa soluduğu şey kaderi olur ve insanı kıyan ve kıyımlar yapan bir makineye dönüştürür. Makinelerin ruhu yoktur ama insanın vardır. İnsanlıksa topyekun bir sevgi ruhudur…
Ruhsuzluğun önemli bir yansıması “kaygıdır” sadece sevgi ve değerini anladığı zaman insan içindeki boşlukları doldurabilir. Gereğinden fazla maddi şeylere odaklanmak ve kaygıları gidermek için içilen sigara, içki, vs. sahte parlaklıkları ile insanın içindeki boşlukları daha da derinleştirir; doldurmaz. İnsan ruhunu dolduracak tek şey gerçek sevgiyi ve değerliliği keşfetmektir. Bunun için de “kendinde aramalı insan ne arıyorsa…” Tek kaynak, insanın kendisidir. İnsan, içindeki bilgeliği keşfetmelidir.
Değişmeli, gelişmeli ve dönüşmelidir insan… “Farketmek” ve “dur” demekle başlamalı yolculuğa daha muhteşem kıyılara ulaşmak için… İnsanlığın kurtuluşu ve daha yaşanılabilir bir dünya için insan, “önce kendini değiştirmekle başlamalıdır…”
Yaşamın Ruhunda Yolculuk…
Paylaş