Zirve öncelikle AB krizine odaklandı. İngiltere’nin ayrılma kararı, Fransa’nın aynı eğilim içine girmesi, Polonya dahil Doğu Avrupa ülkelerinin Birlik içinde “yedek üye” muamelesi görmesi eleştirildi. Krizin, AB kendi kuruluş değerlerinden uzaklaştığı için yaşandığı ifade edildi ve kuruluş değerlerine dönülmesi önerildi.
Dikkatimi çeken bir başka husus da şu oldu. Balkan ve Baltık ülkeleri adına dile getirilen görüşler, Türkiye’nin mutlaka AB üyesi olması gerektiği ve bunun Birlik içinde kendileri lehine bir denge sağlayacağı biçiminde tecelli etti.
Zirve ikinci önemli konu olarak küresel göç sorunlarını ele aldı ve bu sorunun temelini oluşturan ekonomik tabloyu açıklıkla ortaya koydu.
Yönetilemez hale gelen küresel süreçlere dikkat çeken katılımcı devlet adamları “Kaos-Düzen” ikilemi bağlamında yeni bir dünya düzeni oluşturmanın temel küresel görev haline geldiğini vurguladılar.
Türkiye’den en üst düzey katılımcılar ise ülke olarak bu “Kaos-Düzen” tablosunun merkezinde olduğumuzu dile getirdiler ve sorunların Türkiye’siz asla çözülemeyeceğinin altını çizdiler.
Kısaca; 20. Avrasya Ekonomi Zirvesi’nde 44 ülke hep birlikte küreselleşmeyi sorguladık ve çözümler önerdik.
Zirve’nin şu çarpıcı tespitini paylaşayım: Son 50 yılda dünya nüfusunun en zengin yüzde 20’lik kesiminin toplam dünya gelirinden aldığı pay yüzde 30’dan yüzde 72’ye çıktı. Buna karşılık en yoksul yüzde 20’lik kesimin dünya gelirinden aldığı pay ise yüzde 8’den yüzde 3.2’ye düştü. Görülüyor ki iki kesim arasındaki fark 22.4 katına yükselmiş.
Küreselleşmenin eşitsizliği derinleştiren dinamiği az gelişmiş ülkelerde kitlesel işsizlik ve fakirlik yaratmış.
Bu nedenle göç ve mültecilik patlama göstermiş ve gelişmiş Batı ekonomileri, 2007 krizinden daha çıkamamışken yeni bir krize sürüklenmiş. Buradan anlıyoruz ki “Küreselleşme” dediğimiz, çözdüğü sorundan daha fazlasını üretir hale gelmeye başlamış.
Konuya Türkiye açısından baktığımızda şunu görüyoruz: Krize düşmediğimiz gibi düşmeyeceğimiz umudunu güçlendiren bir ekonomik dayanıklılığımız var. İş dünyamızda belli bir “duyarlılık” olmakla birlikte “endişe” sınırlı, tersine iyimserlik ağır basıyor. Hükümet’in aldığı “destekleyici” önlemler bir ay bile geçmeden olumlu sonuçlarını gösteriyor. 2017’nin ikinci yarısında “Üretim Reform Paketi” ve “Vergi Reformu” gibi yapılacak yapısal reformların da etkisiyle Türkiye ekonomisinin toparlanma sürecine gireceği öngörülüyor.
Türkiye’nin bir sorunu da AB ile olan ilişkilerinde yaşadığı gerilimdir. Gerilimin kaynağı ise yönetsel zafiyet nedeniyle bir siyasal spazm geçirmekte olan AB’dir. AB ile aramızdaki gerilimin, karşılıklı anlayışlar çerçevesinde çözüleceğinden kimsenin kuşkusu olmamalıdır. Türkiye-Avrupa ekonomik ilişkilerinin 200 yıllık kökü vardır, bu aynı zamanda ileri düzeyde bir entegrasyon sağlamıştır. Dolayısıyla siyasal gerilimlerin ekonomik ilişkilere hasar vereceği düşünülmemelidir.