Hükümet yeni bir Barış Süreci başlattı. Proje kısa sürede bir devlet projesine dönüştü. Gelişmeler ve sağlanan yaygın destek gösteriyor ki, süreç kısa sürede toplumsal bir projeye dönüşecek. Ayrıca bu “Barış Projesi”nin önemini vurgulamak bakımından küresel dinamiklerle yerel dinamiklerin örtüştüğünü; ABD’nin, AB’nin ve Rusya’nın tam desteğini aldığını da kaydetmeliyiz.
Ben burada “Barış Süreci”nin ekonomik boyutuna dikkat çekmekle yetineceğim. İş dünyamızın değişik kesimlerinin akil insanlar grubuna kurumsal katılımla destek vermesi, sürecin yaratacağı ekonomik sonuçları görmek bakımından simgesel önem arzediyor. Başbakan da zaten her fırsatta doğuracağı ekonomik sonuçlara dikkat çekerek iş dünyasını sürece destek vermeye çağırıyor. Besbelli ki; en genel anlamında Türk-Kürt barışmasının Ortadoğu’da suların durulmasına yardımcı olması, Türkiye’ye sadece siyasi istikrar değil, aynı zamanda sürdürülebilir bir ekonomik istikrar kazandırması da bekleniyor.
Ancak belirtmeliyim ki, kendileri de kesin barıştan yana oldukları halde Hükümet’in yönettiği “Barış Süreci”ne kuşkuyla ve endişeyle bakan siyasetler ve geniş kesimler mevcuttur. Sürecin bütün topluma güven verilerek yürütülmesini istemektedirler. Bu karşı çıkış argümanı görmezlikten gelinecek gibi değildir. Bu nedenle hassas sürecin karşı çıkanları da kazanacak bir maharetle yönetilmesi yaşamsal önem taşımaktadır. Gerçek barış ancak o zaman kalıcı olur.
Daha önce de yazdım, izninizle tekrar edeyim: Türkiye ekonomisi Batı Avrupa ekonomisine entegredir. Tamı tamına 165 yıldır Batı Avrupa ekonomisiyle birlikte soluk alıp vermektedir. Son küresel krizden en büyük hasarı da Batı Avrupa ekonomileri aldı. Güçlü Alman ekonomisi, kapasitesini zorlamasına rağmen beklenen iyileşmeyi sağlayamadı. Artık biliniyor ve söyleniyor ki; Batı Avrupa’nın toparlanması uzun sürecek.
Türkiye ekonomisi tam da bu noktada farklılaştı. Kendine yeni bir büyüme ve gelişme konsepti inşa etmeye başladı. Bu yeni konseptin kritik özelliği; Asya-Afrika-Ortadoğu bağlamında barışa ve siyasi istikrara endeksli olmasıdır. Türk dış politikası da zaten bu yeni konsepti işletebilmek için gerekli ve zorunlu olan siyasi denklemi oluşturmak için çalışıyor. “Barış Projesi”ni bu perspektiften bakarak değerlendirmek, sağladığı kapsamlı uluslararası desteği de buna yorumlamak gerekiyor.
Türkiye 2023 yılı için büyük ekonomik hedefler koydu ve benimsedi. Bu hedeflere ulaşmak veya en azından yaklaşmak için ekonomisinin bütün dinamiklerini harekete geçirmek, ulusal kapasitesini azami ölçüde kullanmak zorunda olduğunu da herkes kabul ediyor. Bu açıdan bakınca, Türkiye’nin bugüne kadar, imkanlarının ancak bir bölümünü kullanabildiği, başarıya ulaşmış bir barış sürecinden sonra yeni ve büyük imkanlara kavuşacağı da görülüyor.
Benimsenmiş ifadeyle Türk-Kürt barışması bize Türkiye’nin siyasal büyümesini değil, ekonomik büyümesini vaadediyor. Unutmamak gerekir ki 1991 ilk Körfez Savaşı’ndan bu yana Ortadoğu’da ekonomiler neredeyse yemek-içmek gibi zaruri ihtiyaçlarla sınırlı bir çerçeve içinde donup kalmıştır. Barışla birlikte Ortadoğu ekonomileri tarihte eşi görülmedik bir büyük inşa ve büyüme hamlesi içine girecektir. Bu bölgenin baş tedarikçisi, kim ne söylerse söylesin, Türkiye’den başkası değildir. Avrupa’nın toparlanmasını beklemek durumundan çıkmış ve kendi özel konseptini kazanmış olan Türkiye ekonomisinin ana ihtiyacı bugün, “Barış Çin’de bile olsa gidip alın”a dayanmıştır.
İşte bu nedenle iş dünyamızın Türkiye’nin içeride ve dışarıda yürüttüğü barış çabalarına verdiği desteği değerli bulmaktayız.