Türkiye’de reel sektör sıkıntısı yaşanıyor. Nedeni: “Borçla büyüdük”
Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof.Dr. Burak Arzova, ekonomide yaşananları ‘sıkıntı’ olarak nitelendiriyor. Ama bugüne kadar yaşananlardan daha şiddetli bir sıkıntı ile karşı karşıyayız.
Çünkü direkt reel sektör kaynaklı bir sıkıntı. Ve henüz bu ‘sıkıntının’ nereye kadar derinleşeceği ise net değil. Arzova, iyi yönetilemeyen, yıllardan bu yana işini başaramamış bazı şirketlerin feda edilebileceğine dikkat çekiyor.
Türkiye ekonomisinin mevcut yapısı için birçok görüş var. Bunlar içinde ‘kriz’ tanımını yapan da var, ‘resesyon/durgunluk’ diyen de. Tanımı önemsiz görüp reel ekonominin içindeki birer fert olarak gelişmelere tanıklık edebiliyoruz. Dolayısıyla ekonomi aktörlerinin birbiri ardına yaptığı açıklamalar daha önemli hale gelmiş durumda. Altın fiyatları, kurdaki son durum, sektörlere açıklanan destek-teşvikler çok yakından takip ediliyor.
Ekonomide yaşanılanları ‘sıkıntı’ olarak nitelendiren Prof.Dr. Burak Arzova ile biraraya geliyoruz. Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi olan Arzova, 2001 yılında Türkiye ekonomisinin yaşadığı ‘krize’ atıfta bulunarak, “Daha önce yaşanılanlar kamu borçlarından kaynaklıydı. Kamu yoğun borçlu durumunu sürdüremedi. O dönemde kur çok arttı ve kamu borç stokundan dolayı Türkiye’de kriz yaşandı. Ama şu anda yaşananlar farklı. Çünkü kamu değil bu kez reel sektörün yaşadığı bir sıkıntı var. Üstelik bu yeni değil” diyor. Yaklaşık 2 yıldır özellikle nakit sıkıntısı yaşandığını hatırlatan Arzova, şu değerlendirmeyi yapıyor: “Sıkıntılar nedeniyle vadeler uzadı. Birçok sektörde güvene dayalı yapıyla ilerliyoruz. Ağustos’ta yaşanan kur şokuyla birlikte TL inanılmaz değer kaybetti. Yaklaşık yüzde 40’lık bir oran.”
“Şiddetli ‘sıkıntı’ ile karşı karşıyayız”
Öte yandan yapısal sorunlar bulunduğunun altını çizen Arzova, yüksek cari açıkta enerjinin aslan payını aldığını, yenilebilir enerji veya nükleer kaynaklarıyla telafisi konusunda adımların kısa vadede enerji bağımlılığını çözmeyeceğini kaydediyor. 100 birim ihracat yapılması için 60 birim ithalat gerekliliğinin büyük bir handikap olduğunu kaydeden Arzova, tüm bunların ciddi kırılganlık yarattığına dikkat çekiyor. Arzova’ya göre geçmişte yapılan bir dizi yanlışlıklar da bugün yaşanılanların nedeni: “Yoğun sermaye girişi olduğu dönemde bunları iyi değerlendirip büyümeye katkı sağlayacak unsurları yakalayabildik mi? Hayır. Bunu net söyleyebiliyoruz. Borçla büyümek çok hoşumuza gitti ve borçla büyüdük. Geldiğimiz noktada şirketlerimiz borçlu. Kamunun borç yapısı yok. Üstelik bankacılık sektörüne yönelik de çeşitli endişeler var.” 2001 krizinden sonra en önemli yapılanmayı bankacılık sektörü yaşamıştı. 2008’de yaşanan krizde ise bankacılık sektörünün sağlam duruşu büyük avantaj sağlamıştı. Şu anda konjonktür ise biraz farklı. Zira uzun zamandan sonra ilk kez bankacılık sektörüne ilişkin endişeler yüksek sesle dile getirilir oldu. Burak Arzova, şöyle açıklıyor: “Özel sektör bankacılık sektörü üzerinden aldığı kredileri eğer geri ödeyemezse ve iflaslar veya konkordatolarla süreç ertelenip ödenemez hale gelirse şirketler üzerindeki riskin tamamı bankaların üzerine geçmiş olur. Bankaların geri ödenmeyen kredileri artacak. O nedenle piyasada endişe var. Tüm bunları toplayınca; geçmişe göre çok daha şiddetli ve çok daha hayatın içinde olan ‘sıkıntı’ ile karşı karşıyayız. Şiddeti reel ekonomiden kaynaklı olmasındadır.”
Kura ilişkin ise yükselme endişesi taşıdığını söyleyen Arzova, “Finansta şöyle bir şey var. Kur görmüş olduğu seviyeyi türbülans durumunda tekrar görebilir. Orayı test etti. Burada tabi bir parça ülke içindeki söylemlere dikkat etmek gerekiyor. Yabancılar özellikle merkez bankası söylemlerine çok hassas. Ayrıca yapısal reformlar olmaz ise kurun çok da aşağılara geleceğini düşünmüyorum. Ama seviye veremiyorum çünkü öngörülebilirlik yok. Dolar endeksinin artmaya başladığı bir dönemde, faiz artışlarının seri halinde yurtdışından gelmeye başladığı dönemde kurun bu halinde durması mümkün değil” bilgisini veriyor.
Peki bu ‘sıkıntı’ daha derinleşebilir mi?
Burak Arzova bu konuda yabancı değerlendirme kuruluşlarının ‘derinleşme’ olacak ifadelerini hatırlatıyor ve buna katıldığını belirtiyor. Ama önlemler alınmaya çalışılmasının da önemli olduğunu aktarıyor. Kredi Garanti Fonu’nun ekonomide devreye alınmasının doğru bir karar olduğunu ama yan etkilerinin karar vericiler tarafından çok da öngörülemediğini savunuyor. Ve ekliyor: “Şöyle bir etki yaratmaya başladı. Piyasaya kredi vermeye başlayınca firmaların kredi iştahı ortaya çıktı. Firmalar kredi talep etmeye başlayınca bankalar da bu mevduat kredi oranları düşük olduğu için dışarıdan mevduat bulmaya çalıştı. Ya da içeriden de olsa yüksek faiz yoluyla krediyi temin etmeye çalıştılar. Dolayısıyla KGF şirketleri ayakta tutarken diğer taraftan içerde mevduat faizlerini çok yukarı çekti. Mevduat faizleri yukarı çekilince bu kez kredi faizleri otomatikman artmaya başladı. Her yenilemeye gittiğimizde maliyetler artmaya başladı. Bu kaynak belki daha nitelikli sektörlere kullanılabilirdi.
Bence sistemi kullanırken en büyük yanlış burada oldu. Daha seçici olup daha ihracata dönük şirketlere kullandırmak gerekiyordu. Belki de o dönemde sıkıntılı olan-yaşayamayacak olan firmaların hayatına devam etmemesi yolu tercih edilebilirdi.” Bu dönemde ekonomi olarak herkesi kurtarmanın da mümkün olmayacağına dikkat çeken Arzova, iyi yönetilemeyen, yıllardan bu yana işini başaramamış bazı şirketlerin bu dönem feda edilebileceğini dile getirdi. Kredi maliyetlerinin artması nedeniyle işletmelerin işlerinin çok zor olduğunu ve üretimden çekilecek birçok işletme olabileceği uyarısında bulunan Arzova, işletmelerin bu dönemde kardan ziyade kendini koruma yoluna gitmesi, maliyet ortaklığı konusunu düşünmesi gerektiğini öneriyor. Arzova ihracatçı olmayan firmaların artan maliyetleri karşılamasının zor olduğunu açıklıyor.
“Öncelik yapısal reformlardır”
Türkiye ekonomisinin bu ‘sıkıntılı’ süreci aşmak için IMF’ye gitmeyeceği görüşünde olan Burak Arzova, geçmişte yaşanan tecrübeleri örnek gösteriyor. IMF’nin uyguladığı programın başarısız olduğunu hatırlatıyor. Bu süreçte Merkez Bankası’nın çok geç kalınmış olmakla birlikte üzerine düşeni yaparak ciddi faiz artışı gerçekleştirdiğine dikkat çeken Arzova, “Kurun firmalar üzerine yaratacağı tahribatı öngörerek zamanında müdahale edebilirdi. Ekonominin matematiği belli. Yapılması gerektiği zaman yapılmalıydı” diyor.
Bundan sonraki sürece ilişkin reçete veren Arzova, şu noktalara değiniyor: “Yapısal reformların biran önce yapılması gerekiyor. Bunlar nedir derseniz? Ciddi bir hukuk reformu gerekli. Sadece demokratik anlamda hukuk için söylemiyorum ticaretin işleyişi hakkında ciddi sıkıntılar var. Vergi usul kanunu, mülkiyet hakkı alanları gibi. Tarımda entegre ve planlı yapılanmaya ihtiyaç var. Eğitim reformu yapılmalı. Sanayi 4.0 diyoruz, sanayi 2.5'tayız. Büyük teknolojiyi üretecek yapıya sahip olsak da bunu kullanacak insan yok. Nitelikli gençler yurtdışına çıkıyor. Sanayi reformu şart. Bu kadar yurtdışına bağlı bir sanayi yapısı sürdürülebilir değil. Ayrıca özel sektörün olmadığı alanlarda devlet bu alana yönelebilir. En basiti bir kağıt fabrikamız yok. Vardı kapattık. Tekrar fabrika ve fabrika üzerinden üretim ekonomisine dönüşün de ancak sanayi reformu ile olabileceğini düşünüyorum.”
“AB çıkarları için Türkiye’nin yanında”
Geçmişte Türkiye’nin iki fırsatı kaçırdığını ifade eden Arzova buna örnek olarak AB müzakere süreci ve serbest dolaşım hakkını gösteriyor. Mülteciler konusunu da Türkiye’nin iyi kullanamadığını ve paraya endekslediğini hatırlatan Arzova, “Oysa AB’ye entegre olmak için kullanabilirdik. Şu anda AB içinde özellikle Almanya’nın bize destek veriyor olmasının iki nedeni var. Birincisi ABD’ye karşı politikadır. İkincisi ise Türkiye ekonomisi zayıflarsa Türkiye’deki Suriyelilerin kendisine gelmesinden korkuyor. Almanya bunlardan çekindiği için ekonominin dibe vurmasını istemiyor. Ama ben hep şunu söylüyorum. AB’yi bir kulüp olarak düşünürsek biz girmek istiyoruz. Onun gereklerini de bizim yerine getirmemiz gerekiyor” değerlendirmesini yapıyor.