Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Haziran ayı başında, faizlerin yüksekliğini kastederek; “Merkez Bankası yaklaşımını kabul etmiyorum ve bu konu zaten kendilerine tarafımızdan ayrıca iletilmiştir. Örneğin benim bir iddiam var. Köşe yazarları şöyle yazmış, böyle yazmış, bunları ben kabul etmiyorum. Ben diyorum ki; faiz yüksekse enflasyon yüksektir, faiz sebeptir enflasyon neticedir” ve şöyle devam etti: “Yatırımcı adım atacaksa düşük faizle atar. İstihdamı artırmak için yatırımlara ihtiyacımız var.”
Başbakan bu görüşünü belli gelişmeler üzerine açıkladı. Hatırlayalım; dolar 2.40 TL’ye dayanınca 29 Ocak 2014 günü Merkez Bankası faiz silahını kullanmış, Para Politikası Kurulu (PPK) kararıyla, öngörülenin çok üzerinde bir faiz artırımına gitmiş, 3 ayrı politika faizi ve banka borçlanma faizini yükseltmişti. Bu karar doları 2.20 TL seviyesinin altına çekmişti.
Faiz artırımı şu kalemlerde ve şu oranlarda yapılmıştı:
Bir hafta vadeli repo ihale faiz oranı yüzde 4.5’ten yüzde 10’a, Merkez Bankası borçlanma faiz oranı, yüzde 3.5’ten yüzde 8’e, Marjinal fonlama oranı yüzde 7.75’ten, yüzde 12’ye, Piyasa yapıcısı bankalara repo işlemleri yoluyla tanınan borçlanma imkanı faiz oranı yüzde 6.75’ten yüzde 11.5’e.
Faiz artırımının gerekçesi şuydu: “Son dönemlerde iç ve dış piyasalarda risk algılamasını olumsuz etkileyen gelişmeler yaşanmaktadır. Bu süreçte TL’de belirgin bir değer kaybı ve risk priminde kayda değer bir artış gözlenmiştir. Bu çerçevede Kurul, fiyat istikrarını sağlamak amacıyla güçlü bir parasal sıkılaştırma yapmaya ve operasyonel çerçeveyi sadeleştirmeye karar vermiştir.”
Geldik Haziran başına. Yılın ilk 5 ayında; hem özel sektör yatırımlarında yüzde 1.3 düşüş yaşandı, hem de Haziran’da açıklanan Mayıs ayı enflasyon oranı yüzde 9.66’yı bularak çift haneye yaklaştı. Bu noktada gözler MB’ye çevrildi. MB de Para Politikası Kurulu (PPK) toplantısında temkinli davranarak, politika faizinde 50 baz puan faiz indirim kararı aldı, faizi yüzde 9.50 düzeyine çekti. Bu faiz indirimi hükümet tarafından yeterli bulunmadı. Çünkü; politika faizi yüksek olduğunda, kredi faizleri de yüksek seyrediyor; bu da reel sektörde para sıkışıklığına ve durgunluğa neden oluyordu. Yatırımları olumsuz etkilediğinden de kuşku yoktu. Faizler sert şekilde düşürülürse Türkiye’de yatırım iştahı yeniden artar, yükselen enflasyona da set çekilmiş olurdu.
Hükümet’ten gelen eleştirileri dikkate alan Merkez Bankası 24 Haziran’da faizleri yeniden düzenledi. Buna göre; haftalık repo faizini 0.75 puan (75 baz puan) düşürerek yüzde 8.75’e çekti. Faiz koridorunun üst bandı olan marjinal fonlama oranını yüzde 12, borçlanma faiz oranını ise yüzde 8’de bıraktı. Karar öncesi dolar 2.1320 seviyesindeyken Karar’ın ardından 2.1280 TL’ye geriledi.
Bu karar da Hükümet çevrelerinde yeterli bulunmadı. Besbelli ki önümüzdeki süreçte konuyu tartışmaya devam edeceğiz.
Hükümet’in yüksek faiz politikasına köklü itirazını doğru bulanlar kadar MB’nin yaklaşımını doğru bulanlar da oldu. Tartışma başladı ve hemen herkes katıldı.
Türkiye ekonomisine faiz merceğinden bakınca tartışma salt faiz-enflasyon ilişkisiyle sınırlı kalamazdı. Faiz mi acaba yükselen enflasyona ayak uyduruyordu? Faizin yükselmesi tasarruf talebini artırırken kredi ve yatırım talebini düşürüyor muydu? Yükselen faiz dışarıdan sermaye girişini artırırken gelen sermaye ülkedeki harcama gücünü artırdığı için enflasyonu da yükseltir miydi? Faizlerde hızlı düşüş ise –bir süre sonra tersine dönse de– başlangıçta özel tasarruflarda düşüşe ve özel yatırımlarda artışa yol açmaz mıydı?
Bir de şu vardı: Teorik olarak doğru gibi görünen ekonomik kurallar uygulamada yanlış olabiliyordu. Aynı ekonomik uygulama değişik ekonomilerde, örneğin ‘Gelişmişlerde ve Gelişmekte Olanlar’da birbirine zıt sonuçlar verebiliyordu.
Türkiye ‘Gelişmekte Olan Ekonomiler’ sınıfındadır. Gelişmekte Olan Ülkeler’de ortaya çıkan ve süreklilik arz eden yüksek faiz oranı ve değerli döviz kuru spekülatif sermaye akımlarına kurdan para kazanma imkanı sağlarken sermaye girişlerine süreklilik kazandırarak kısır döngü yaratıyor, faiz oranını sürekli yüksekte tutarak gelişmekte olan ülkelerde reel yatırım kararlarını olumsuz yönde etkiliyordu. Bu durumda yatırım kararları için önemli bir araç olan faiz oranı ve döviz kuru kullanılabilir bir politika aracı olmaktan çıkıyordu. Demek ki Başbakan, ‘Gelişmekte Olan Ülke’ statüsünden bir an önce çıkmamızı isteyen görüşü temsil ediyordu.
Dış borcu yüksek ülkeler ister istemez iki şeyi her gün konuşmak zorunda kalırlar: FAİZ ve KUR! Türkiye, ekonomik yapısı gereği 150 yıldır böyle bir ülkedir. Bu nedenle; ‘Faiz-Kur’ merceğinden bakıldığında ekonominin tamamını tartışmak zorunda kalıyoruz. Demek ki hayli karmaşık bir sorunla yüz yüze bulunuyoruz. Soruna, bütünü gözden kaçırmadan bakmak durumundayız.
Biz de bu sayımızda “bütünsel” olacak bir değerlendirmeyi okurlarımızın bilgisine ve dikkatine sunuyoruz. Kapak konuğumuzu ise Türkiye’nin ekonomi yönetiminde en kritik ve sorumlu mevkilerde bulunmuş olan; Finans Kulüp (Türkiye Finans Yöneticileri Vakfı) Başkanı ve Hazine ve Dış Ticaret eski Müsteşarı Tevfik Altınok olarak seçtik. Sorularımızı da Haziran ayı boyunca ve halen süren tartışmaları bloklara ayırarak sorduk. İşte aldığımız sonuç:
TÜRKİYE’DE
Dünya Bankası Türkiye’nin 2002-2014 ekonomik başarısını; ‘doğrudan vergiden dolaylı -veya
Bu önermeyi her yönüyle analiz eder misiniz?
Geride kalan 12 yıllık süreçte doğrudan vergi almak yerine yani gelir, kurumlar vergisi yerine, dolaylı vergiye yani katma değer vergisi (KDV), özel tüketim vergisi ya da harcama üzerinden alınan vergilere geçtiniz ekonomik başarı sağladınız…
Faiz ödemelerinin azalması sayesinde sosyal harcamaları artırdınız…
Artık mali politikaların değiştirilme zamanı geldi, sermaye ve gelir üzerinden vergi almalısınız…
Sosyal harcamaları daha ılımlı artırmalı ve Meclis’te bekleyen gelir vergisi kanun tasarısını bir an önce çıkarmalısınız…
Böyle bir öneriyi Dünya Bankası’nın yapması, bir kere Meclis’e sevk edilen ve sayın Başbakan’ın talimatı ile TBMM’de beklemekte olan Gelir Vergisi Tasarısı’nın Dünya Bankası’nca önerilen bir mali politika değişim süreci olduğunu ortaya koyması açısından dikkat çekicidir. Sürdürülebilir ekonomik büyümeyi yakalamak ve sosyal refahın artmasını sağlamak üzere uygulanan maliye politikalarını geniş bir perspektiften değerlendirmekte yarar vardır.
Türkiye ekonomisinde sarmal oluşturan kamu mali dengesizliklerinin tetiklediği ekonomik bozulmanın, önce mali sektördeki, daha sonra da üretim sektöründeki olay ve sorunların yaşanmasına sebebiyet verdiğini biliyoruz.
Türkiye, 2000’li yıllara girerken uygulamaya koyduğu “Güçlü Ekonomiye Geçiş” programı ile kamu mali yapısında disiplin sağlamayı, politikacıların siyasi amaçları için, kamu maliyesinin bozulmasının engellenmesini hedef olarak belirlemiştir. İç tasarruf eksikliğinden her dönemde yakındığımız ülkemizde, büyüme için kaçınılmaz olan yatırımların finansmanı ve iç talebin canlandırılması için geçtiğimiz 10 yılda hep dış finansman enstrümanı kullanılmış, bunda da sağlam dış finansman kaynakları yerine özel sektör kuruluşlarının yurtdışından sağladıkları borçlanma ile finanse edilmesi tercih edilmiştir.
Bu arada, hatırlatmakta fayda gördüğüm önemli bir husus, iktidar değişirken öne sürülen bir argüman, 2002 yılındaki maliye politikalarının değişimindeki amaç dile getirilir iken kamu gelirlerindeki dolaylı-dolaysız vergi dengesindeki bozulmanın düzeltileceği yönünde olmasına rağmen, sonraki yıllarda bu dengenin daha da bozulduğu bir gerçektir. Nitekim vergi gelirleri içindeki dolaylı ve dolaysız vergi gelirinin dağılımına dikkat edilecek olursa, 1998 yılına kadar yüzde 60’lara varan dolaysız vergi payı 2013 yılına gelindiğinde yüzde 69’lara kadar yükselmiştir. Dolaylı vergilerde görülen bu artış, gelir dağılımında bozulmayı ve hane halkının düşen harcanabilir gelirini finansal kuruluşlardan sağlanan borçlarla sürdürmesine yol açmış, bireysel kredi artışları ekonomideki genel dengenin bozulmasına neden olmuştur.
Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) tarafından yayınlanan Finansal Piyasalar Raporu’nda, “son 11 yıldır artan finansal istikrarla birlikte, hane halkının iktisadi davranışlarında değişim gözlendiğine, enflasyonun düşmesiyle alım gücünün yükselmesi ve uzun vadeli olumlu beklentilerin artması, hane halkının borçlanma eğilimini kuvvetlendirdiğine vurgu yapılmıştır. BDDK Raporu’na göre, Aralık 2012 itibarıyla hane halkları finansal yükümlülüklerinin finansal varlıklara oranı yüzde 43.2’ye (2004 yüzde 9.5), yükümlülüklerin GSYH’ya oranı ise yüzde 17.7’ye (2004 yüzde 3.2) yükselmiş”tir.
Hal böyle iken, unutulmaması gereken bir diğer gerçek, son 10 yıllık süreçte artık alışkanlık haline getirilen vergisel af süreçleridir. Faiz düşüşleri kadar kamu maliyesinin olmazsa olmazı haline getirilen afların vergi ödeyenle ödemeyen arasındaki haksızlığa yol açması kadar kayıtdışılığı teşvik etmesi de gözardı edilmemelidir. Dünya Bankası’nın bunlara raporunda değinmiyor olması ise, bana göre, bir diğer dikkat çekici nokta olarak ele alınmalıdır.
Kaldı ki, maliye politikaları değiştirilecek ise önceliğin iç tasarrufların nasıl artırılacağına yönelik olmasına özen gösterilmelidir. Türkiye’de henüz yeterli sermaye birikiminin olmadığından ve iç tasarrufların yetersizliğinden sözedilirken sermaye ya da servet üzerinden vergilendirmeye gitmenin yanlış olacağı görüşündeyim. TBMM’de beklemekte olan gelir ve kurumlar vergisi kanun tasarısı bir reform ya da yenilik içermekten ve özellikle de iç tasarrufların artışına yardımcı olacak teşvik hükümlerini içermekten yoksun görünmektedir. Bu nedenle de bu tasarı ile getirilmek istenilen düzenlemelerin üzerinde bir kez daha düşünülmesinde yarar olduğu kanısındayım.
VERGİ REFORMU BEKLENTİLERİ
Dünya Bankası; “tüketime dayalı vergilendirmeden daha etkili sermaye vergilendirilmesine geçilmesi ve böylelikle
Bu bağlamda
Tevfik Altınok: Sermayenin vergilendirilmesi ayrı, gelirin vergilendirilmesi ayrı bir olgu olarak ele alınmalıdır. Yeterli sermaye birikimini sağlamış gelişmiş ülkelerle, henüz yeterli sermaye birikimi oluşmamış ülkemizin de içinde bulunduğu gelişmekte olan ülkeleri aynı kategoride görmek yanlıştır.
Yasal düzenleme ile “gelir” üzerinden alınan verginin artışını sağlamak her zaman mümkün olabilmektedir. Özellikle teknolojik gelişmeler nedeniyle kayıtdışılık giderek azalma göstermesi gerekirken, vergi affı düzenlemeleri ile bunun etkisinin azaltılması ya da kayıtdışılığın teşvik edilmesi üzerinde durulması gereken bir diğer başlıktır bana göre... Bu gün mevcut teknolojik yapılanma dikkatle uygulanır ise bireylerin elde ettiği gelir üzerinden alınacak vergiler çoğunlukla denetim altında bulunmaktadır. 2013 yılı verilerine baktığımız zaman gelir vergisi olarak ödenen tutar, toplam vergi gelirinin yüzde 68.7’sini, kurumlar vergisi yüzde 31.2’sini, mülkiyet üzerinden alınan vergiler ise yüzde 0.1’ini oluşturmaktadır.
Gelir vergisi ödemelerinde ücretler gibi stopaja tabi vergilerin ödenen vergiler içinde ağırlıkta olduğunun altını çizmekte de yarar görüyorum. Bu noktadan bakıldığında, dolaylı vergiler bakımından ağır bir yükle karşı karşıya kalan hane halkı bireyleri bir yandan da gelir üzerinden toplanan verginin, yüzde 92’sini ödemek durumunda kalmaktadırlar.
Bu noktada Dünya Bankası ve diğer uluslararası kuruluşların küresel ekonomik görünüm ve iştahları dikkate alarak hazırladıkları öneriler yerine, Türkiye’de “maliye politikalarının” bir bütün olarak yeniden ele alınmasında ve vergi yükünden hareketle yapılandırılmasında fayda olacağı düşüncesindeyim.
FAİZLER DÜŞERSE YATIRIM ARTAR GÖRÜŞÜ RASYONEL MİDİR?
Türkiye’de Mayıs 2013-Mayıs 2014 döneminde,
Başbakan “Yatırımcı adım atacaksa düşük
Tevfik Altınok: Türkiye uzun yıllardır, ekonomik büyümesini devletin yatırımları ve inşaat sektörüne bağlı olarak gerçekleştirmektedir. Son açıklanan 2014 ilk döneme ait yüzde 4.3’lük büyüme oranına bakıldığında da kamunun payı ile hizmetler sektörünün etkisinin bunu daha da belirginleştirdiği ortaya çıkmaktadır.
Aslında her iki kalem de “katmadeğeri” yüksek olmayan, istihdam yaratmayan ve ihracat gelirine yönelik olmayan bir nakit akışının mevcudiyeti gözlenmektedir.
Finansal kurumlar, iç talebin yüksekliği nedeniyle tüketici kredilerine yönelik, dış borçlanmalarını arttırmışlardır. Toplamda bunları en iyi izleyebildiğimiz raporlar, Ödemeler Dengesi istatistikleridir. Mal ve hizmet hareketleri nedeniyle ortaya çıkan cari açığın finansmanı, biraz önce ifade ettiğim şekilde ve daha önceki yıllarda da ifade edildiği üzere, sağlam dış kaynaklardan değil, dışarıdan sağlanan krediler yolu ile kapatılabilmektedir.
Türkiye, 2001 yılında mali sektöründe başlayarak ekonomik krize dönüşen oluşum sonrasında izlediği ve günümüzde de aynen uygulamaya devam edilen ekonomik program, küresel ticaret ve finansal hareketlerin değişimi sonrasında, sürdürülebilirliği tartışılacak bir boyuta geldiğinden yeniden gözden geçirilmelidir. Bana göre, üretime dayanmayan ve mali sektörü de dahil olmak üzere yeniden yapılandırmaya yönelik reformların yapılmadığı bir ekonomi politikası değişimi kalıcı olmaktan ve Türkiye ekonomisinin temel sorunlarının çözülmesini sağlamaktan uzak olacaktır.
Haksızlık da etmemek gerektiğinin altını çizmek isterim. Türkiye kavuştuğu politik istikrar sayesinde ve dünyada yaşanan ekonomik krizin de etkisiyle, bu süreçte küresel likidite artışı sayesinde cazip bir yatırım destinasyonu olmuştur. İç talebin canlılığını koruması, spekülatif amaçlı da olsa yabancı yatırımcılar ve Türkiye’de sahip oldukları finansal kurumların tutumları yıllardır cari açıkla yaşanmasına yardımcı olmuş ve Türkiye büyümesine, –dış borçluluğunu artırarak– devam etmiştir. Artık burada dikkat edilecek husus, bu durumun daha ne kadar sürdürülebileceği sorusuna cevap aramaktır. Cevap ise biz de değil, özellikle uluslararası para otoritelerinin likidasyonu kısma kararı alıp almamalarında aranmalıdır.
Dış finansmana ihtiyacımız var ise ki, cari açığımız olduğu sürece var, Merkez Bankası’nın faiz enstrümanını kullanmamasını düşünmek mümkün değildir. Faizler indirilirse ne olacağını para otoritesinin iyi düşünmesi gerekir.
Yabancı yatırımcı bir getirisi yok ise Türkiye’ye gelmeyi niçin tercih etsin sorusunu iyi değerlendirmek lazımdır. Bu yönüyle bakıldığında, serbest piyasa mekanizmasının geçerli olduğu bir ekonomik ortamda, Merkez Bankası para politikasında ya kur, ya da faiz tercihinde bulunmak zorunda olduğuna göre, bence doğrusunu yaparak faiz ile oynamaktadır.
Aksi uygulamalar, yani faizleri düşürmek suretiyle yatırımların artacağını beklemek bana pek rasyonel gelmediği gibi böyle bir tercih, bir taraftan kurları etkileyeceğinden Türkiye’nin büyümesine, cari açığa ve enflasyona olacak etkilerini de hesaplamak gerekir. Kısacası Merkez Bankası’nın para uygulaması yerindedir.
İSTİKRARI BOZMADAN
Orta Vadeli Program’da Türkiye ekonomisine
Tevfik Altınok: Orta vadeli programın da hedefleri arasında yeralan “sürdürülebilir ekonomik büyüme” sağlanması için “yapısal değişim” gereklilikleri olarak bilinen konular arasından cari açık, enflasyon, mali disiplin ve istihdam başlıkları önplana çıkmaktadır. Dinamik bir yapı sergileyen küresel ekonomik ve politik koşullar bu tür programların yapıldığı dönemlerden farklı koşulları ortaya çıkardığında programın uyumlaştırılması zaman almaktadır.
Türk ekonomisindeki yapısal değişime yönelik temel tercihlerimiz ekonomik büyümede üretimin teknoloji bazlı ihracata yönelik mal ve hizmet üretimine dönük olması ise öncelikle bu yöndeki mal ve hizmet üretimininin teşvikini gerektirir. Daha farklı bir politika tercihi sözkonusu ise o zaman tercihin buna göre yapılması gerekir. Şüphe yok ki, üretim tercihimiz hangi yönde olursa olsun, diğer ekonomik yapısal değişimlerin de istikrarı bozmayacak yönde olması, yani kamuda mali disiplinin korunması kadar iç tasarruf oranlarının yükseltilmesi önem taşırken, Anayasa dahil hukuk ve vergi reformlarının gerçekleştirilmesi ayrı bir önem arz eder.
Her iki gösterge de yabancı yatırımcıların güvencesi açısından büyük öneme sahiptir. Mali disiplin, bütçe dengesinin kronik olarak açık vermemesini de sağlamalıdır. Sanayi, ticaret ve finansal işbirliklerini gerçekleştirmek ve büyütmek isteyen yabancı sermaye, finansal sistem yönetiminin sosyal refaha yaklaşımını, insan ve çevreye bakış açısını değerlendirmektedir. İstihdamın artmasını sağlayacak verimli yatırımların projelendirilmesi gerekmektedir. Araştırma Geliştirme harcamaları henüz milli gelirin içinde çok düşük paylarla ifade edilirken ülkemizde, yenilikçi ve yaratıcı yatırımların önü açılarak katmadeğeri yüksek üretime doğru kayması hedef olarak belirlenmelidir.
Ancak, 2006 yılından bu yana uygulamada olduğunu bildiğimiz Orta Vadeli Plan’daki öngörülerin ve hedeflerdeki gerçekleşme sapmalarının kabul edilebilir oranların çok üzerinde, hatta yüzde 100’ün üzerinde olduğunu ifade etmenin gereğine inanıyorum. Bu sapmaların yüksek olmasının plan ve programa olan güveni sarstığının bilinci ile hedeflerin belirlenmesinden yanayım.
MB Başkanı Erdem Başçı, “Bu yıl ekonomik
Tevfik Altınok: MB yapmakta olduğu değerlendirmeleri iç piyasa koşulları kadar dış piyasa koşullarını da hesaba katarak yaptığına eminim. Bu nedenle MB’den beklenti her zaman bu yönde değerleme yaparak karar vermesi yönündedir. Oysa herkesin kabul edeceği bir diğer gerçek, uluslararası platformda ülkenin “finansal yeterliliği ve güvenilirliği” meselesidir. Bu mesele, MB uygulamalarının doğru neticeler yaratması ile sıkı sıkıya bağlıdır.
Dolayısıyla ekonomik parametreler içinde bulunmayan ancak ileriki dönemde ortaya çıkabilecek ulusal veya uluslararası politik, siyasi riskleri içine alan senaryolarla tedbirli ve kararlı, uzun dönemli bir programı yürütmek MB için başarı kriteri arasındadır. Bütün bu gelişmeler ve beklentilerin ışığı altında “kısır” bir çekişme ile faiz indirimini çeşitli platformlarda ihtilaf konusu haline getirmenin ülkemizin yararına olmadığını düşünüyorum.
Öncelikli olarak kısa vadeli uygulamalarda etkili olan para politikasının bir aleti olarak faiz politikası yerine uzun dönemli sürdürülebilir büyüme için geçerli ekonomi ve maliye politikaları ile ilgili kararlarla ekonominin yönetilmesinden yanayım. Sadece faiz politikasına odaklanılır ise ekonomi yönetiminde hatalar kaçınılmaz olacaktır.
Dolayısı ile Merkez Bankası’ndan daha atak ve agresif bir politika ile faiz indirimini beklemek yerine, sürdürülebilir büyüme için üretim konusunda neler yapılacağına ilişkin Hükümet’in tercihlerinin ne olduğunu bilmek gerekir. Zaten biliyor ve kabul ediyoruz ki, MB, Hükümet’in belirleyeceği ekonomik hedeflerin dışında bir para politikası uygulayamaz. Yani Hükümet, yüzde 20 enflasyon hedefini koymuşsa, MB yüzde 5 enflasyona göre para politikası uygulamasına girişemez. Bu nedenle faiz oranlarını tartışırken değerlendirmeleri buna göre yapmakta yarar vardır diyorum.
TÜRKİYE AVRUPA’DAN OLUMLU
Avrupa Merkez Bankası (AMB) Başkanı Mario Draghi faiz indirimine gideceklerini
Tevfik Altınok: Bana göre, Avrupa Merkez Bankası’nın alacağı faiz indirim kararı, Avro cinsinden Türkiye’ye yapılacak yatırımlar açısından genişleme getireceği beklentisi, gerçekleşmesi zor bir olasılık olarak gözüküyor.
Öncelikle paranın fiyatı olarak açıklayabileceğimiz faizin Avro cinsinden azalması, alternatif kazançlar için diğer piyasaların analiz edilmesini peşinden sürükler. Gelişmekte olan piyasalar özelliğinde olan Türkiye’nin izlediği dış politika ve bölgesindeki sorunlara yaklaşımdan tutun, devam etmekte olan seçimlerin etkileri piyasalarda hissedilmektedir. Dolayısıyla alternatif piyasalarda hem istikrarı sağlayan hem de getiriyi yükselten ülkeler, faiz indirim kararından faydalanabileceklerdir.
Diğer taraftan faiz indirim kararı, Avro Bölgesi’nde güçlendirilmeye çalışılan, ekonomik büyüme, istihdam artışına destek olarak görülmelidir. Çin’in küresel piyasalarda ve ticarette giderek artan hakimiyeti, beklenenden daha kısa bir süre içinde ABD GSYH’sını geçecek olması, Avrupa’nın toparlanma ve büyüme sürecini hızlandırması için tetikleyici etkisi olmuştur. Yunanistan, Portekiz ve İspanya’dan gelen ekonomik veriler ve beklentiler, bu süreci hızlandırmak için faiz indirimine gidildiğini ifade etmektedir.
Türkiye bu süreçte olumlu sonuçları sağlayabilir mi sorusuna cevap ararken önümüzdeki koşullara bakmamız lazım. Avro daha da güçlenmekte, ihracat için olumlu gözükse de, Türkiye’nin bugün geldiği noktada ithalata bağımlı bir ihracat yapısı ile ihracatı gerçekleştirmek için ithalat yapmak gerekmektedir. Yatırım boyutunda ise her yatırımcı gibi biz de, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının referanslarını hesaba katmak durumundayız.
Doğrudan yabancı yatırımların, kısa vadeli ve finansal enstrümanlara yapılanlar dışında, artışını sağlamak uzun dönemli ve istikrarlı bir yönetim sayesinde olabilmektedir. Bütün bu koşullar değerlendirilerek beklentiler ifade edilirse faydalı olur, kanaatindeyim.
Tüm bunları dikkate aldığımızda, evet uluslararası piyasalarda nakit sıkışıklığını giderecek kararlar bir nebze nefes almamıza yardımcı olsa da çözümün para politikalarında değil Türkiye’nin yapısal değişiminde olduğu bilinci ile olaya bakmamız ve üretime yönelmemiz gerekir diye düşünüyorum.
EKONOMİ FAİZ İLE DEĞİL,
MB’nin Ocak ayı kararlarıyla (agresif faiz artırımı, haftalık repo oranının yüzde 4.5’ten yüzde 10’a yükseltilmesi) TL’nin rekor düşük seviyelere gerilemesinin ardından enflasyon da yükselişe geçmiş, Mayıs ayında yıllık yüzde 9.66 ile açıklanan hedefin iki katına yakın gerçekleşmişti. Şimdi de faiz indirimlerinin enflasyonu artıracağı korkusu ifade ediliyor. Bize “Enflasyon-Faiz” sarmalını ve enflasyonun yüksek seviyelere yapışıp kalabileceği ihtimalini anlatır mısınız?
Tevfik Altınok: Uzun yıllar faiz ve kur artışlarının, fiyatları, dolayısıyla enflasyonu etkilediğini yakından izledik, gördük ve biliyoruz. Olağanüstü durumlar dışında faiz politikaları ile enflasyonun kontrol altında tutulamayacağını yaşadık, tecrübe ettik. Bunların tamamı mali politikaları nasıl şekillendirdiğinizle ilgilidir.
Ekonomi yönetiminde tercihleriniz, kısa dönemli politik başarıya endeksli ise sık sık bu tür değişiklikleri kullanmak istersiniz. Politik başarı uzun dönemli tercih edildiğinde ise kur-faiz-borsa-enflasyon sarmalından kurtulma şansını yakalayabilirsiniz.
Bu da ancak piyasaları yakından izlemek ve elinizde bulunan kamu maliyesinde mali disiplin olarak kabul edilen bir bütün içinde, bütçe açığı, cari açık, borçlanma alışkanlıkları, tasarruf oranları gibi unsurları belli bir plan dahilinde rayına oturtmanızla mümkündür.
Öncelikle bugüne kadar yanlış uygulanan maliye politikalarında yani vergi politikasında kayıtdışılık, af, dolaylı-dolaysız vergiler ile ilgili politikalarınızda ciddi bir değişiklik yapmadığınız sürece işiniz zor demektir. Önceden belirttiğim gibi yüksek dolaylı vergiler, gelir dağılımını bozduğu gibi mali sistemin yapısal olarak düzelmemesine de yol açmaktadır.
Sonuç itibarıyla açıklıkla ve altını çizerek ifade etmeliyim ki, sadece faiz politikası ile ekonomiyi yönetmek, “ekonomik faaliyetleri ve büyümeyi” etkilemek mümkün değildir. Ekonomiyi ve ekonomi politikalarını bir bütün olarak düşünmek ve uygulamak gerekir görüşündeyim.
DÜNYA BANKASI’NIN TÜRKİYE’YE TAVSİYELERİ
- Borçla tüketime daha az dayalı büyüme modeli olmalı.
- Konut değer artışının bir kısmı vergilendirilmeli, konut satışında 5 yıl olan vergi muafiyeti kaldırılmalı.
- Türkiye daha fazla yurtiçi tasarruf ve sürekli mali ihtiyat ile daha hızlı büyümeli.
MEHMET ŞİMŞEK - Maliye Bakanı
Aşırı bir borçluluk yok
Geçen sene ekonomiyi bir miktar daralttık ve cari açık azaldı. İç talebin canlanmasıyla bunun cari açık üzerinde bir miktar etkisi olacaktır. Cari açık için uzun vadeli çalışmalar yapıyoruz. Kısa vadeli bunu nasıl karşılayacağız? Bu ülkede esnek bir kur sitemi var. Bu, şokların daha makul tahribatla giderilmesine yardımcı oluyor. Rezervlerimizi artırıyoruz. Kim ne derse desin, çok güçlü bir maliye politikası uyguluyoruz. Kamunun borcunu azalttık. Bankacılık sektörünü zapturapt altında tutuyoruz. İyi denetliyoruz. Hane halkının döviz cinsinden borçlanmasına izin vermiyoruz. Hane halkının borçlanması makul düzeyde. Şirketlerimizde orta düzeyde bir borçluluk var. Öyle dedikleri gibi aşırı bir borçluluk yok.
Türkiye’nin ihraç ettiği ürünlerin 3’te 2’si düşük ve orta düşük teknoloji ürünlerdir. Fiyatlar değişiyor ama mesela bir Ipad almak için 1.400 kilogram domates üretmek gerekiyor. Açık ve net olarak biz ne üretiyorsak üretelim mal ve hizmet anlamında katmadeğer yaratmamız lazım. Ama bu dönüşüm kolay değil. Türkiye’de Ar-Ge harcamalarımızı artırdık. Bizim Ar-Ge harcamalarımızın milli gelire oranını hızlı bir şekilde yüzde 2’lere ve oradan yüzde 3’lere çıkartmamız lazım. AB'de Ar-Ge harcamalarının 3’te 2’sini özel sektör, 3’te 1’ini devlet yaparken bizde tam tersi bir durum var.
NİHAT ZEYBEKCİ - Ekonomi Bakanı
Talep enflasyonu yok
Enflasyon çift haneye yaklaşabileceği en yakın mesafeye geldi ve bundan sonra bu seviyede durmayacak. Enflasyon beklentilerin altında gerçekleşti. İnşallah enflasyonda istediğimiz iniş dönemi başlayacak.
Bazı özel vergilerin ve kurun maliyet üzerindeki etkisi sıfırlandı. Faizle ilgili olumlu adımlar atıldığında enflasyonun inişi görülecek.
Son faiz indirimini piyasalar olumlu algıladı. Piyasa şuanda Türkiye’de faizin aşağı doğru gidişini destekliyor. Gelecekle ilgili maliyet enflasyonunun aşağı doğru inmesi de otomatik olarak faizlere yansıyacaktır. Enflasyon maliyet kaynaklıdır, talep enflasyonu yoktur ve faiz de maliyet enflasyonunun önemli etmenleri arasında yeralmaktadır. Faizin inmesiyle inşallah enflasyon beklediğimiz seviyelerin altına inecek.
Merkez Bankası’nın, piyasanın, aşağı doğru yönelimleri destekleyeceğini umuyoruz.
Bundan sonra faizin, Merkez Bankası tarafından aşağı doğru destekleneceğini görüyoruz. Banka, böyle bir yaklaşım içinde olacak. Ekonominin gelişmesi, büyümenin, istihdamın artması, ihracatı artırıcı kur seviyesinin oluşması için gerekli olan seviyeleri çok kısa sürede bulacağız.
ERDAL BAHÇIVAN - İSO Bakanı
Vergi affı zafiyet
Maliye politikalarının, sanayicilerin vizyonuna yönelik olarak belirlenmesi açısından masada yeralmamız gerekiyor. Avrupa Merkez Bankası’nın son kararları arasında ‘Gelişmekte Olan Ülkeler’ üzerinde en etkili olacak gelişme faiz indirilmesidir. Artan göreli faiz farklarından dolayı Türkiye gibi ülkelere sermaye akımları hızlanabilecektir. Ancak TL’nin aşırı değer kazanması makro dengeler açısından pek arzu edilmemektedir. FED’in faiz artırımı, Türkiye’de Avrupa Merkez Bankası kararlarından çok daha etkili olacaktır.
Bizim isteğimiz, ihracata ve yerli malı kullanımına destek olan rekabetçi bir kurdur. Sağlıklı kur, ithalatın önünü kesecek, yerli ara malı üretimini destekleyecek ve ülkemizin yıllardır önemli risklerinden biri olan cari açığın azalmasına katkı sağlayacaktır. Sürdürülebilir büyüme ve cari açığın çözümünde, Türkiye’nin sanayi ve üretim politikalarının yeni bir hikayeye ihtiyacı olduğu görülüyor. Bu hikaye, 12. Sanayi Kongremiz’de ortaya çıkan insan odaklı, eğitime, Ar-Ge’ye ve inovasyona önem veren bütünsel kalkınma anlayışının, toplumun tüm kesimleri tarafından benimsenmesiyle ortaya çıkacak. Bu süreçte, yerli teknolojiye, yerli patent ve üretimine önem verilmeli, kamu yönetimi de ihaleler aracılığıyla buna destek olmalıdır.
Vergi affı müessesesi, toplumsal vicdan açısından giderek rahatsızlık yaratıyor. Bu uygulamalar, sektörler ve firmalar arasında haksız rekabet yaratmanın yanısıra, vergisini zamanında ödemeyenlerde nasıl olsa bir gün af çıkacak beklentisi yaratarak bu konuda bir alışkanlığın ve zafiyetin doğmasına neden oluyor. Eğer vergi affından vazgeçilmeyecekse yıllardan beri bu sorumluluğunu disiplinli bir şekilde uygulayan vergi mükelleflerine de takdir-ödüllendirme sistemi uygulanması gerekir.
Son yıllarda bütçe disiplininde sağlanan takdire şayan başarıdan elde edilen kaynak, maliye felsefe ve vizyonunda değişikliğe gidilerek üretime dayalı bir sanayi için seferber edilmelidir.
Mükellefiyetini zamanında yerine getirenlerle bunu yapmayanlar arasında ayrımı esas alan bir uygulamaya vakit kaybetmeksizin geçilmelidir. Mükellefin kredibilitesinin devlet tarafından değer ifade etmesini istiyoruz. Performans sisteminin hem maliyeyi hem de reel sektörümüzü rahatlatacağına inanıyoruz.
RİFAT HİSARCIKLIOĞLU - TOBB Başkanı
MB bağımsız kalmalı
Biz işadamları olarak her zaman yüksek faizden sıkıntı duyarız. Ancak Merkez Bankası bağımsız olmalıdır. Ama bu bağımsızlık, ‘Ben istediğimi yaparım’ demek değil. Makro ekonomik politikalarla uyumlu politikalar izlemesi lazım.
Türkiye’nin temel sorunu küresel ölçekte tartışılacak vizyon ortaya konamaması.
Dünya ekonomisinin yüzde 85’ine sahip 20 ülkenin liderleri Türkiye’ye gelecek. Bu sadece liderlere evsahipliği yapmak değil. Tüm dünyada bir yıl boyunca liderler, işçi sendikaları, iş dünyası, üniversiteler Türkiye’yi konuşacak. Şu anda ülkemiz hakkında var olan negatif algıyı düzeltmek için müthiş bir fırsat.
Peki bir yıl boyunca Türkiye’yi konuşacak bu insanlara biz ne anlatacağız? Türkiye’de tartışılan ve dünyanın ilgisini çekecek bir konu var mı?
Bizim bu insanlara neyi anlatacağımızı şimdi konuşmamız lazım. Eğer bu tartışmaları Türkiye yönlendiremezse kendisi yönlendirilen haline döner. Dışarıda müthiş bir dünya var. Ama Ankara’ya bakınca, bir adım atsan elini kaldıracak gücü bulamazsın.
NAİL OLPAK - MÜSİAD Başkanı
Özel sektör yatırımları düştü
2014 yılına da pek çoklarınca felaket senaryolarının çizildiği, büyüme tahminlerinin aşağı yönlü revize edildiği bir ortamla girdik. Biz ise ısrarla, elimizdeki rakamların hiçbirinin büyümemizi aşağı yönlü revizeyi gerektirmediğini ve yüzde 4 büyümeyi yakalayabileceğimizi ifade ettik.
Açıklanan 2014 yılı ilk çeyreğindeki yüzde 4.3’lük büyüme, MÜSİAD olarak ne kadar isabetli olduğumuzu ortaya çıkardı. Ülkemiz, 18 çeyrektir aralıksız büyümeye devam etmiştir. Şüphesiz, ilk çeyrek büyümesine en önemli katkının ihracattan gelmesi, sevindirici. Son 2 çeyrektir büyümeyi olumsuz etkileyen yurtdışı talep, ilk çeyrekte, yüzde 11.4 artarak, büyümenin lokomotifi oldu.
Ancak, büyümeyi son 2 çeyrektir olumlu yönde etkileyen özel sektör yatırımları ise yüzde 1.3 düşmüştür. Bunun sebebinin, Merkez Bankası’nın Ocak ayında aldığı radikal faiz artırım kararının, özel sektör yatırımları üzerindeki yavaşlatıcı etkisi olduğunu düşünüyoruz. Bu noktada, Merkez Bankası’nın yaptığı son faiz indirimini olumlu karşılıyor ama yeterli görmüyoruz. Enflasyon rakamlarında bir düşmeyle, Merkez’in faizde daha cesur bir indirime gideceğini bekliyoruz.
SÜLEYMAN ONATÇA - TÜRKONFED Başkanı
Faiz reformlarla ‘kalıcı’ indirilmeli
Faiz oranlarının tek haneye düşmüş olması ve faiz giderlerinin bütçe harcamaları içindeki payının da yüzde 10’lar mertebelerine doğru gerilemiş olması, faiz indirimlerinin bütçe üzerinde rahatlatıcı etkisinin eskisi gibi güçlü olmayacağını gösteriyor.
Vergi oranlarını yükseltmeden sermaye ve gelir vergisi tahsilatının artırılması mümkün. Bunun için vergiyi tabana yayacak ve kayıtdışılığı azaltacak bir vergi reformunun bir an önce yapılması gerekiyor.
Faiz hadlerinin belirlenmesinde yurtdışındaki faiz oranları ve para birimleri de etkili oluyor. Dolayısıyla küresel piyasalara entegre olmuş bizim gibi ülkeler için finansman riski de gözönüne alındığında faiz indirimlerini dış ülkelerdeki para politikalarından bağımsız düşünmek gerçekten zor. Ayrıca cari açık düşme eğiliminde olsa dahi yıllık 56.8 milyar dolar düzeyinde ve yine Ocak-Nisan döneminde ihracatın ithalatı karşılama oranı yüzde 68.5. Bu bize hala ürettiğimizden fazla tükettiğimizi gösteriyor. Üretimin üzerindeki tüketim nedeniyle ortaya çıkan açığı dışarıdan borçlanarak karşılamak zorunda kalıyoruz. Dolayısıyla faiz indirimi tartışmasına bu çerçeveden de bakmak gerekiyor.
İş dünyası açısından baktığımızda, yatırımların ve istihdamın artması için tabii ki yüksek faiz yerine düşük faiz tercih edilir. Fakat yüksek faiz bir neden değil, sonuçtur. Bu nedenle yeni yatırımların ve istihdamın önünde bir engel olan yüksek faizlerin aşağıya gelmesini arzu ederiz. Ancak faizlerdeki düşüş suni ve bu nedenle geçici olabilecek biçimde değil, kalıcı olarak, yani iş ve yatırım ortamı iyileştirilerek yapılmalıdır. Bu nedenle faiz oranlarının kalıcı olarak düşürülmesini sağlayacak bir reform programının bir an önce uygulanmaya konulması gerekir.
ADNAN BALİ - İş Bankası Genel Müdürü
Orta ve uzun vadeli reformlara yönelmeliyiz
Türkiye 2 bin dolar civarındaki kişi başına gelir seviyesinden 10 bin dolarlı kişi başına gelir seviyesine küçümsenmeyecek bir çabayla son yıllarda ulaştı. Bu nicel gelişmenin de bütün hayatımızda nitel karşılığı var. Sağlıkta, ulaşımda, hayat standardında var. Bundan sonraki lig atlama daha zor.
Zor olan vasıf işi, nicel ve sayısal kıstaslarla sağlanabilecek bir durum değil. Müteşebbisliğimizle, gözüpekliğimizle bu eğitim seviyesiyle ulaşılabilecek en yüksek kişi başına gelir düzeyine ulaşmış ülkeyiz. Buradan daha fazlasını zorlayabilmek vasfımızı artırmak, geliştirmekle olur. Bunun için de geçmiş kazanımlarımız çok değerli. 10 bin dolarlık kişi başına gelir seviyesine gelemeseydik bunları zaten konuşamıyor olurduk.
Daha zor şartları gerektiren yeni bir lige atlayacaksak, bunun gerektirdiği politikaları hayata geçirmemiz gerekiyor. Türkiye’nin kısa dönemli cari risklerini doğru bir şekilde yönetmeye çalışırken, diğer taraftan büyümeyle cari açık arasındaki çelişkiyi çözebilecek orta ve uzun vadeli reform ve tedbirlere yönelmesi gerekir.
EMRE ALKİN - Ekonomist
Risk çok ise faiz inmez
Merkez Bankası’nın en az 0.5 puan faiz indirimi bekleniyordu. Zira Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, MB’yi eleştirmişti. MB hem Ankara siyasetini memnun etmek hem de piyasayı üzmemek için bu faiz indirimine gitti. Ancak kısa vadeli bir etki olmayacaktır. Bence bekleyip görmek lazım. Hatta bence Haziran ayı enflasyon oranı Temmuz ayında açıklanacaktır. Merkez Bankası biraz erken bir hamle yaptı. Bu hamlenin nedeni de siyasi baskıdır. Ancak şunu da görmek lazım ekonomik parametreleri faizlerin aşırı yükselmesi değil döviz kurunun aşırı yükselmesi bozuyor. Dolayısıyla MB’nin döviz kurunun yükselmesine karşı bir panzehiri yok.
Ayrıca şunu unutmamak lazım; ABD doları ABD’nin bastığı ama herkesin problemi olan bir yapı. Buna karşı ilaç bulabilmiş bir merkez bankası da ben henüz görmedim. Merkez Bankası enflasyonun düşmesi için faizleri ve kurları baskı altına almada bir yere kadar muvaffak olabilir. Ayrıca bu indirimin ikinci bir bacağı daha var. Şimdi MB daha önce 0.5 puan indirim yaptı. Başbakan kızdı ve şimdi 0.7 puanlık bir indirim daha geldi. Ancak tüketici tarafı önemli. Çünkü MB’nin politik faizi indirmesi ile bankalara doğru da bir baskı olacaktır. Çünkü tüketici kredisi kullananlar MB’nin faiz indirim kararını örnek göstererek bankalardan benzer bir talepte bulunacak. Ancak piyasadaki faiz paranın risk değeriyle doğru orantılı. Risk çok ise faiz inmez. Siyasetin gücü ile de bu faizi indiremezsin.
Dolayısıyla yanlış olan ‘bankacılık sektörü çok karlı’ argümanıyla piyasa faizinin inmesi baskısı yapılacak. Bence büyük sıkıntı şudur; kredi faizleri ile mevduat faizleri arasında kötü bir paraleli olursa hat kopar. Bankalar zarar edecek hale gelir. Merkez Bankası’nın sık eleştirilmesi noktasında ise; Türkiye’de 20 yıldır Merkez Bankası ne enflasyonda ne de diğer hedeflerinde isabet sağlayamadı. Merkez Bankası da muvaffak olmadığı yerlerde hedef saptırarak eleştirileri üzerine çekiyor. Merkez Bankası’nın kıymetli teknisyen kadrosu kendisi dışında herkeste hata buluyor.
SÜLEYMAN YAŞAR - Ekonomist
MB siyasetle uyumlu olmalı
Bakınca Merkez Bankası, haftalık repo faizini indirdi. Alt sınır 8 ve üst sınırı 12 olan faiz koridorunda bir değişikliğe gitmedi. Bu da gösteriyor ki; teslimiyetçi bir Merkez Bankası’ndan sözedilemez. Bunun yanında yüksek faiz konusunun enflasyon yarattığı görüşüne de mikro bazda katılmamak mümkün değil. Çünkü enflasyonu yaratan para arzıdır.
MB faizi yüksek tutarak talebi keseceğini zannediyor ama öyle olmuyor. Yüksek faiz enflasyonu önleyen bir araç olarak gündemde durmuyor. Dolayısıyla kur dengesi ve tüketimi kısmakta fayda var. Faizi indirirseniz kurlar yukarı doğru gider. Toplam tüketimi faizleri yükselterek durduracağını düşünüyoruz. Oysa serbest piyasa hareketlerinde faiz yüksek ise sıcak para girişi olur. Dolayısıyla faizlerin dünya reel faiz oranlarıyla tutarlı olması gerekiyor. Dünyada şu anda negatif reel faizler var. Türkiye’de 2 puan fazla faiz veriliyor. Bunu ya 1 puana ya da sıfırlamaya getirmek lazım. Bu karar piyasaları etkilemez. İlk karar sonrasında dolar 2.12’den 2.13’e çıktı. Oysa 2.15 ile 2.20 arasında bir döviz kurunun olması gerekir. Bu oranın hem ihracatçıya hem de Türkiye’de ithal tüketimi kısmaya faydası vardır.
MB’nin kanununa ilişkin ise; MB’nin politikacıların işini eline alıp para bastıracağı bir kurum olmaması gerekiyor. Çünkü MB’nin aldığı her karar ayakkabı fiyatından okul ücretlerine kadar her şeyi etkiliyor. Dolayısıyla Merkez Bankası’nın politikaları büyüme, istihdam, işsizlik ile tutarlı olmalı. Sadece fiyat istikrarı ile sınırlı olmamalı. Kanun revize edilmeli. Ve MB’nin siyasi yapı ile paralel çalışması ülkenin geleceği için önemlidir.
Burak Arzova - Ekonomist
MB kanunu revize edilmeli
MB’nin 0.7,5 puan faiz indirimin altında şu var; 0.50 puan piyasa, 0.2,5 puan ise Başbakan’ı memnun etmek için alındı. Tabii bu faiz indirimine rağmen Türkiye’de alt ve üst koridor kullanılıyor. Dolayısıyla o alanda bir değişim olmadı. Çünkü üst koridorda stratejik riskler var ve MB bu alana dokunmadı. Özellikle; bölgesel olarak konjonktürün sıkıntıları; İşid’in durumu ve İşid’in kontrolündeki petrol kuyuları. Ukrayna’daki gelişmeler. Dolayısıyla bölgesel olarak riskler artıyor.
MB’nin bu anlamda politik faizinde indirim yapsa dahi TL’nin döviz karşısında fazla zayıflamasını istemiyor. Koridordaki tutumu da şunu gösteriyor ki; burada taviz vermedi. Sadece haftalık repo faizinde geçmiş dönemdeki de hesaplanırsa 1.25 puanlık indirim yaparak Başbakan’ın isteklerini yerine getiriyor gibi gözüktü. Bence asıl soru bu devam edecek mi? Bence ‘evet’ devam edecektir. Hükümet tarafından bu faiz oranları küresel riskler ile örtüşüyor ve bizim ekonomi politikamız ile paralellik gösteriyor denilene kadar. MB’nin kararlarının eleştirilmesi noktasında ise tek çözüm vardır. O da Merkez Bankası’nın kanununda revizyona giderek çağdaş bir kanun yapılanmasıdır. Zira mevcut kanun içinde Merkez Bankası, para politikalarında istikrarı sağlamaya çalışıyor. Yaptığı iş nedeniyle de Merkez Bankası’nı eleştirmek biraz eleştirinin altyapısının yetersiz kalmasına neden oluyor.
GÜNGÖR URAS - Ekonomist
Küçük faiz indiriminin etkisi olmaz
24 Haziran tarihinde Merkez Bankası, Hükümet’in bekleyişi doğrultusunda faizleri indirdi. Ancak sözkonusu indirimin ekonomiye büyük bir etkisi olmayacağını öngörüyorum. Piyasanın indirimi nasıl algılayacağı önümüzdeki dönem piyasa aktörleri tarafından gösterilecek. Ben de piyasadan gelişmeleri izleyeceğim. Sokağa ilişkin ise bir etkisi olacağını düşünmüyorum. Sokaktaki insan, ‘Faizler inerse enflasyon yükselir mi?’ endişesi taşımaktadır. Ancak bu kadar indirimin bir etkisi olacağını öngörmüyorum.
YELİZ KARABULUT - ALB Menkul Değerler Araştırma Müdürü
ABD enflasyonu gelişmekte olan ülkeleri vurabilir
ABD Mayıs ayı enflasyon verilerine göre ABD kanadında enflasyonunun yükseliş eğilimde olduğu görülmekte. Mayıs enflasyonu yıllık bazda yüzde 2.1 gerçekleşirken çekirdek enflasyon yüzde 2 olarak gerçekleşti.
Merkez Bankası’nın faizleri düşürmede biraz daha temkinli olmasının asıl nedeni budur. Çünkü yakın bir zamanda ABD’de faiz artırım beklentisi fiyatlanabilir. Bu da geçtiğimiz sene olduğu gibi benzer bir senaryonun ortaya çıkmasına neden olur ki bu gelişmekte olan ülkelere “sat” demek anlamına da gelmektedir. Özellikle reel faizi düşük olan ülkelerde satışlara neden olması beklenmelidir. Türkiye’nin kuvvetli bir faiz indirimi yapması ve bu tartışmaların çıkması halinde bu durum Türkiye’yi dış şoklara açık bırakabilir. Geçtiğimiz sene kırılgan beşli olarak adlandırılan Güney Afrika, Hindistan, Endonezya, Brezilya arasında Türkiye kırılganın kırılganı olabilir.